Derrida, Jacques

1930 yılında doğmuş olan ünlü Fransız postyapısalcı filozofu.

Temel eserleri arasında L'Écriture et la Différence [Yazı ve Farklılık], La Voix et la Phénomène [Ses ve Fenomen], La Dissemination [Sirayet], Marges de la Philosophie [Felsefenin İmkânları], Positions [Konumlar], De Socrate à Frued et au-delà [Sokrates'ten Freud ve ötesine], De la Grammatologie [Gramatolojiye Dair], L'Archéologie du Frivole [Boş Şeylerin Arkeolojisi] gibi kitaplar bulunan Derrida, Kıta Avrupası felsefe geleneğine bağlı felsefeci ya da eleştirmenler tarafından yüzyılımızın dahî filozofu olarak görülür. Felsefeyi, 'deliliğe en yakın noktada deli olmanın zihinsel acısına panzehir olarak verilen yatıştırıcı ilaç’ diye tanımlayan filozof, Batı felsefesiyle derinlemesine hesaplaşmış, ondaki çelişki ve çıkmazları göstermek suretiyle, felsefeyi yeniden yaratıcı kılma mücadelesi içinde olmuştur.

Derrida, çalışmalarında logos'un akıl şeklinde yorumlanmasının sonucu olan logosantrik ya da akılmerkezci felsefeye şiddetle karşı çıkar. O, bu geleneğin tam karşısında bulunan ve logos'u söz ya da dil olarak yorumlamanın sonucu olan dilmerkezci felsefe geleneği içinde yer alır. Bununla birlikte, bağlı bulunduğu felsefî geleneğin sesmerkezciliği dildışı aşkın bir varlığın mevcudiyetine kapı araladığı için, o da Derrida'nın keskin eleştirisinden kurtulamamıştır. Daha dar bir anlam ve çerçeve içinde, Nietzsche, Heidegger ve yapısalcılığın babası Saussure'den yola çıkan Derrida, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da mantıkmerkezciliğe, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri gerçekleştirir. Onun son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafiziğe, Batı'nın metafiziksel düşüncesine yönelik bir eleştiridir.

Öte yandan, onun hümanizme karşı olan eleştirisi ya da sergilediği antihümanizm, saf bilince, Kartezyen egoya, Husserl'in yönetimselliğine dönük bir eleştiri olarak da anlaşılmak durumundadır. Derrida'ya göre, özne bir mevcudiyet, özerk ve bağımsız bir varlık, bir merkez, dünyanın veya dilin özü ya da kaynak değildir; ben, bilinç ya da ego cogito, dilin fonksiyonudur. Buradan da anlaşılacağı üzere, Derrida Batı düşüncesindeki bilinç dil/anlam ilişkisini tersine çevirir. Ona göre, bir merkez olarak özne, tedricen ve tarihsel olarak dilin kullanımıyla oluşur; bu nedenle, Derrida, tıpkı Heiddegger gibi, dilin varlığın evi, varlığın ikâmet ettiği yer olduğunu öne sürer. Ben dilin bir sonucudur.

O sözmerkezci geleneğin yazı karşısında, konuşma ya da söze öncelik vermesine şiddetle karşı çıkar. Zira, böyle yapıldığı takdirde, sözün dil dışındaki bir saf varlıkla, bir özle bağlantısını kurmak kolay olur. Fakat sözün önceliği reddedilirse, böyle bir alternatif ortadan kaldırılmış olacaktır. Derrida'ya göre. Batı metafiziğinin büyük düşü ve yanılgısı, anlamın aşkın bir gösterilene gönderme yaptığı, sezgisel olarak kavranan hazır bir dil dışı gerçekliğe atıfta bulunduğu kabulünden oluşur. Derrida'ya göre, anlam sorunu, gönderimle ilgili bir konu olmaktan çok, göstergelerle ilgili bir sorundur. Dil dışında, nesnelerde, İdealarda, özlerde ya da zihinsel imgelerde anlam yoktur; anlam yalnızca dilin fonksiyonu olmak durumundadır. Başka bir deyişle, dilin anlamı onun kendi dışında bir şeyi temsil etmesinden doğmaz. Derrida'nın bu düşüncesi, Kant'ın dilin bir temsil aracı olduğu düşüncesine yönelik bir saldırıdan başka hiçbir şey değildir

Derrida bu noktaya Batı felsefesine ilişkin eleştirel bir değerlendirmenin ardından, bu felsefenin özdeşlik mantığına bağlı olduğu tespitiyle varmıştır. Ona göre, Batı felsefesi Aristoteles tarafından formüle edilmiş olan özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncünün imkânsızlığı gibi üç temel düşünce yasasına dayanır. Bu yasalar sadece mantıksal tutarlılığı varsaymakla kalmazlar, fakat bir yandan da, kendilerinin gönderimde bulundukları veya yansıttıkları özsel bir gerçekliğin, bir kökenin varolduğunu ima ederler Mantıksal tutarlılığı sağlama alıp korumak için, bu kökenin, söz konusu özsel gerçekliğin basit yani çelişkiden bağışık olması, homojen, yani aynı tözden veya bircinsten olması gerekir. Yine aynı nedenle bu özsel gerçekliğin, kendi kendisiyle aynı kalması, yani bir dolayımdan ayrı ve bağımsız olması gerekir, kökenle bilinç arasında bir yarığın bulunmaması için de, onun kendi kendisinin bilincinde olma zorunluluğu vardır.

Bu yasalar buna ek olarak, saflığa ve özdeşliğe zarar veren bütün unsurları, yani karmaşıklığı, dolayımı ve farklılığı dışta bırakır. Bu dışlama süreci, Derrida'ya göre, oldukça genel bir metafiziksel düzeyde, Batı düşüncesini kurumsallaştıran, duyusal/akılla anlaşılabilir, içsel/dışsal, kurgu /hakikat, doğa /kültür, konuşma/yazı benzeri karşıtlıklar düzeyinde gerçekleşir. Yapıbozum adını verdiği yöntemiyle bu karşıtlıkların imtiyazlı bölgelerini gözler önüne seren Derrida, işte bu noktada Rousseau'nun doğa konsepsiyonuna başvurmuştur.

Doğanın sesine kulak vermek gerektiğini, zira doğanın kendi kendisiyle özdeş olup, kendine yeten bir doluluk sergilediğini söyleyen Rousseau, bazen de, yeni doğan çocuğunu sütü olmadığı için emziremeyen anne örneğinde olduğu gibi, doğada bir şeylerin eksik olduğu olgusuna dikkat çekmiştir. Eksiklik, Rousseau'ya göre, doğanın genel bir özelliği olmasa da, en önemli yönlerinden biridir. Derrida buradan hareketle, kendine yeten, kendi kendisiyle özdeş doğanın aynı zamanda bir eksiklik ihtiva ettiğini öne sürer. Doğa ancak eksiklik kategorisiyle tamamlanırsa kendine yeten olabilir. Aksi takdirde, özdeşlik mantığı uyarınca bir çelişkiye düşülür. Söz konusu özdeşliğin mutlak ya da saf olmamaklığı kaçınılmaz bir şeydir ve Derrida'ya göre, bu durum ya da ilke herşey için geçerlidir. Her basit köken, imkânının ya da varoluşunun bir gereği olarak, kök olmayan bir şeyi içerir ya da gerektirir. İnsan varlıkları kendilerini ve dünyayı bilebilmek için, bilincin dolayımına, dilin aynasına İhtiyaç duyarlar; fakat saflığa, özdeşliğe halel getiren, karmaşıklığa yol açan bir dolayımdan ya da aynadan vazgeçilmesi gerekmektedir. Onlar hem bilgiyi mümkün kılmaktadırlar, hem de, özdeşlik mantığı uyarınca, onların bilgi sürecinde yer almamaları gerekmektedir. Yer aldıkları zaman da, tıpkı fenomenolojide olduğu gibi, bilinç, öznellik ve dil bir tür kendi kendisiyle özdeş mevcudiyete eşdeğer hâle gelir. Derrida'ya göre, bu çelişki, özdeşliğe dayanan, ve dolayısıyla farklılığı dışlayan Batı metafiziğini bir çıkmaz sokak içinde bırakmıştır.

Derrida'nın buradan çıkabilmek, özdeşlik felsefesinin yerine bir farklılık felsefesi ikâme edebilmek için, yapısalcılığın kurucusu Saussure'den yola çıkarak geliştirdiği différance kavramına dayanır. Hem farklılık ve hem de erteleme, sonraya bırakma anlamlarına geldiği için bilinçli olarak muğlaklaştırılan différance sözcüğü, kendileri olmadan ne dilin, ne de düşüncenin tanımlanabileceği farklılıklara işaret eder. Différance ikincileyin, tanımlama veya açıklamanın, tanımlanan ya da açıklanan şeyin kendisine değil de, onun diğer metinlere yaptığı gönderimlere bağlı olduğunu ifade eder. İlkeye göre, anlam zamanla değişir ve anlamın atfedilmesi sonsuza kadar ertelenir. Derrida'ya göre, dil farklılıklara ve karşıtlıklara dayalı bir göstergeler sistemi ya da oyunudur. Bu bağlamda, bir göstergeyi gösterge yapan şey, onun temel, özsel, saf, özerk bir varlığa gönderimde bulunması değil de, başka göstergelerden olan farklılığıdır. Derrida’ya göre, göstergeler anlamlarını, onları birbirlerine bağlayan bir karşıtlıklar ağından alırlar. Dilin özü olmadığı gibi, görünmeyen bir temeli de yoktur ve dil, bir dış dünyaya değil de, kendisine gönderimde bulunur. Farklılıklardan meydana gelen bir yapı olarak dilde, sese ilişkin bir öz de yoktur.

O, kendisinden çok etkilenmiş olduğu Nietzsche'yle tam bir uyum içinde, şunu öne sürer: 'Anlam farklılıklar sisteminin ürünüdür ve bu durumda, anlamın yorumu kendinde şeyin temsili olarak hakikatin açımlanmasını içermez. Tersine dil, diğer insanların yorumu konusunda mümkün yeni uzlaşma yolları ortaya koyan bir özgür yorumlama oyununun aralıksız şifre çözme sürecini içerir/ Ona göre, dilden önce varolan ve dil aracılığıyla nesnel bir tarzda tanımlanan bir nesnel olgular kolleksiyonundan söz etmek olanaklı değildir. Derrida, dilin dışında hiçbir şey olmadığını, herşeyin metin ve metinde olduğunu öne sürer: 'Metnin dışında hiçbir şey yoktur’

Derrida'ya göre, yorumun amacı hakikate ulaşmak değildir; hakikat ya da doğrular dondurulmuş söz şekil ya da figürleridir. O, yorumun hakikate götürmediğini söyler; yorum daha fazla yoruma, tarih daha fazla tarihe, yazı daha fazla yazıya götürür. Derrida, nihaî ve değişmez bir yorumun olamayacağını savunur. Anlam bağlamsal olup, oyunun dilsel kural ya da uzlaşımlarından doğar. Bu nedenle, dil bizde, içimizde ikâmet etmez, biz dil içinde ikâmet ederiz Batı metafiziği özdeşliği ve dolayısıyla özdeşliğe dayanan mantığı merkeze ya da temele yerleştirmiştir; oysa temel olan farklılıktır, retorik mantıktan önce gelir. Mantık retoriğin türevi olmak durumundadır, çünkü anlamı belirleyen dilin kullanımıdır.

Yazar : Yazılıyor...Zeynep DİREK (Koç Üniversitesi)